Çerezleri kullanmamız için izninizi yönetme aracımız geçici olarak çevrimdışı. Bu nedenle, çerez kullanımına izin vermenizi gerektiren bazı işlevler eksik olabilir.
EFSANELER ASLA ÖLMEZ.
Gülşah Güray, BMW 5 Serisi’nin evrimine
eşlik eden müzik olaylarını anlatıyor.
BMW 5 Serisi, doğduğu 1972 yılından beri kelimenin gerçek anlamıyla standartları belirliyor ve herkesi etkisi altına alıyor. Radyo Eksen’in yayın yönetmeni ve sabah programının yapımcısı ve sunucusu olarak tanıdığımız Gülşah Güray da bu efsanevi modelin evrimine tanıklık eden yıllara ait müzik olaylarını BMW Joy Blog’da anlattı. Hem de kendi anıları ve o çok sevdiğimiz yorumu eşliğinde… İlk iki nesle ev sahipliği yapan 70’li ve 80’li yıllar ile başlıyoruz. Keyifli okumalar!
19.11.2020
1972 yılındayız…Kendi sınıfına her zaman yön veren bir lider olan BMW 5 Serisi orta sınıfa yeni standartlar getirmek için karşınızda. Başarı öyküsünün bu ilk bölümünde tasarımında 60’ların belli belirsiz etkisini hala hissettirebilen, gerçek bir klasikle tanışıyoruz. E12 gövde kodlu bu ilk BMW 5 Serisi Sedan modeli ile “Seri” kavramı ilk kez kullanıldı. 1972’de lanse edilen E12 ile BMW, önceki “New Class” sedanların yerine bu modeli koymuş oldu.
1970’LER.
1970’ler Jimi Hendrix, Janis Joplin ve Jim Morrison’ın ölümüyle 27’ler Kulübü’nün doğduğu, Beatles’ın dağıldığı, küçük mekanlarda konser veren grupların artık stadyumları doldurduğu, Pink Floyd, The Who, Led Zeppelin gibi grupların bu konserlere özel jetleriyle gittiği, Patti Smith ve Joni Mitchell gibi kadın sanatçıların erkek egemen rock dünyasına yumruklarını indirdiği, David Bowie’nin bilinen tüm kalıpları yıktığı, arabalarda FM radyolara yer açıldığı, disco müziğin o radyoları egemenliği altına aldığı, punk’ın doğduğu ardından New Wave’e yer açtığı ve Elvis Presley’nin dünyadan ayrıldığı yıllardı. Benim içinse bu dönemin en büyük özelliği yayınlanan şarkıların kitaplaşacak kadar dolu hikayelerinin olmasıydı.
Bunlardan biri de, Deep Purple’ın 1972 senesinde yayınlanan “Machine Head” albümünde yer alan, Smoke On The Water’ın hikayesiydi...
Ben Smoke On The Water’ı duyduğumda ortaokulun ilk yıllarındaydım. Dışarı çıkmaktan pek hoşlanmayan, okulda edindiğim arkadaşlar dışında samimiyetten kaçınan, yanlarına çağırırlar diye apartman bahçesinde oturanlardan gözlerimi kaçıran biriydim. Odama kapanıp yüksek sesle müzik dinleyerek günlerimi geçirmekten hoşlanıyordum. Fakat bu asosyal tavrımı kırmaya niyetli olan ailem Kadıköy turu için güvendikleri bir aile dostlarının oğlunu görevlendirdi. Neyse ki müzik hakkında konuşabileceğim biriydi.
Kafama taktığım bandanayı bile yadırgamadı. Belki beni tura alıştırmak, belki de hava atmak için seçtiği ilk mekan bir müzik dükkanıydı.
“İçeri girer girmez başlayan şarkı ile dünyam aydınlandı. Sanki duvardaki posterler canlandı. Dükkandaki adam “Deep Purple” dedi.”
İçeri girer girmez başlayan şarkı ile dünyam aydınlandı. Sanki duvardaki posterler canlandı. Dükkanı kaplayan kasetler, plaklar bana yol verdi. Süzülerek kasada oturan adamın yanına doğru ilerledim. Gözüm hala posterlerdeydi. Sanki beni yanlarına, farklı dönemlere, sahneye çağırıyorlardı. Solmuş, kenarları yırtılmış o posterlerdeki adamlar bana Fender Stratocaster’dan çıkan bu dört akoru unutma diyorlardı. (Bu arada resmin altına baktığımızda Richie Blackmore’un bastığı ve müzik tarihinin en bilinen o dört akoru için Ludwig van Beethoven’dan etkilendiğini öğreniyoruz. Beşinci Senfoni’nin bir uyarlamasıdır, aslında çıkarıp para vermemiz gerekirdi, dendiği bile söylenir.)
We all came out to Montreux
On the Lake Geneva shoreline
Diye başlıyordu şarkı. Cenevre Gölü’nde ne olmuştu ki? Gerçek bir hikaye miydi anlattıkları? Göl mü yanıyordu? Frank Zappa geçen gün televizyonda gördüğüm o acayip adam değil miydi? İşte bu sorular kalbimden beynime doğru hücum ederken şarkıyı sadece dinlemenin yetmeyeceğini, hikayesine de ihtiyaç duyduğumu anladım. “Deep Purple” dedi kasadaki adam. “Smoke On The Water”. Belli ki yeni başlayanlar için rock müzik derslerine girmeyecek kadar kıdemli biriydi. Gözlüklerinin üzerinden şöyle bir bandanama bakıp geri devirmişti feri gitmiş mavi gözlerini. Kasedini istiyorum, dedim. Çekmesini verdi. Arkadaşıma eve gidip dinleyelim dedim. Daha gezecektik, dedi, dinlemedim. Erken döndün diyen aile eşrafının soruları üzerinden atlayarak odama geçtim. O zamana kadar yol göstermesi için boş yere beklediğim konusuz kasetleri elimin tersiyle ittim. Masanın ortasına Machine Head’i koydum. Güzel grup ismi olur, diyerek dinlemeye başladım.
“Odama geçtim. Masanın ortasına Machine Head’i koydum. Güzel grup ismi olur, diyerek dinlemeye başladım.”
Evet o saf yaşımda duyduklarım doğruydu. Olay Frank Zappa’nın grubu Mothers ile Montrö’de verdiği konser sırasında yaşananları anlatıyordu. Kışkırtıcı dili ve ortalık karıştıran performansıyla bilinen Frank Zappa’yı izlemeye gelenler de pek sakin değildi. Olay 4 Aralık 1971’de gerçekleşti. Hem entellektüel dozu yüksek, hem de her an kargaşaya mahal verecek performansları başladığında izleyicilerden birinin ateşlediği fişek tabancasıyla mekanın ısıtma sistemi patladı. Tavan yanmaya başladı. Koltukların olmaması yangının daha alevlenmesini engellemiş olsa da izleyiciler arasından yaralananlar oldu. Binada ve grubun ekipmanın da ciddi hasarlar oluştu. Bu trajik olay gölün bir tarafında olurken diğer tarafta da Deep Purple elemanları olanları izliyorlardı. Gölün üzerinde yangının dumanı süzülürken "Smoke On The Water" ismi aklına gelen bas gitarist Roger Glover, olayı ilk ağızdan şarkısında kafiye ile anlatan da Ian’dı. Konserden sonra Machine Gun albümlerinin kaydına başlayacak olan Deep Purple elemanlarının zaten ekstra şarkıya ihtiyacı vardı. Montrö’de Grand Hotel’de kalan ve Rolling Stones'un mobil stüdyosunu kullanan ekip için bir trajediden doğan lütuftu sanki bu şarkı. İlk gün melodi kaydedildi, ama sözleri yoktu. Son dakika hamlesiyle o gün yaşadıklarının hikayesi şarkı sözü haline geldi.
“İzleyicilerden birinin ateşlediği fişek tabancasının sebep olduğu yangında yaralananlar oldu. Binada ve grubun ekipmanın da ciddi hasarlar oluştu. Bu trajik olay gölün bir tarafında olurken diğer tarafta da Deep Purple elemanları olanları izliyorlardı. Gölün üzerinden süzülen yangının dumanı ise "Smoke On The Water"ın sözlerine ilham oldu. “
Kısa kısa...
✔ Şarkıdaki “Funky Claude”, festivalin yöneticilerinden Claude Nobs. Kendisi yangından bir çok kişinin hayatını kurtarmıştır.
✔ “Swiss time was running out” ile demek istedikleri, İsviçre vizelerinin bitmek üzere olduğuydu. Single’ın B-yüzünde şarkının Japonya’da kaydedilen canlı bir versiyonu da vardı.
1981’de ikinci nesli ile karşımıza çıkan BMW 5 Serisi Sedan için tam bir “seksenler” otomobili desek yanlış olmaz. E28’in dış tasarımı ilk bakışta bir önceki gövdeden çok farklılaşmamış gibi görünse de asıl büyük değişim dışarıdan görünmeyen özelliklerindeydi. Teknik gelişmeleriyle, bir gövde değişimini gerçekten hak ettiğini, hatta teknik açıdan E12 ve E28 arasında sanki bir çağ atlandığını söyleyebiliriz. BMW’nin üretim sürecinde bilgisayarları dahil ettiği ilk modellerden biri olan bu nesil, ayrıca ilk M5’in üretildiği dönem olması nedeniyle de büyük önem taşır.
1980’LER
80’lerde müzik tarihi vatkalı bir dönüşüme tanıklık etti. Bunu görünür yapan şüphesiz MTV’nin yayın hayatına başlamasıydı. İlk ekrana verdikleri Buggles’ın “Video Killed the Radio Star” şarkısında aslında demek istedikleri artık müzik piyasasında farklı bir otoritenin başa geçtiğiydi. Şarkıyı Amerika’da hiçbir radyo kanalı çalmazken video sayesinde grup hem sözleriyle hem de yüzleriyle tüm ülkede tanınmıştı. Bu aslında 7/24 müzik klibi izlenen bir televizyon kanalının farklı tür ve grupların yükselmesine, albüm satışlarının artmasına, müzik dinleme alışkanlıklarının değişmesine vesile olacağının göstergesiydi. Müziğin gidişatını değiştiren MTV’nin pastasından “hair metal” gruplarının aldığı pay da büyüktü. Lateks dar pantalonlar, spreylenmiş kabarık saçlarıyla arenaları dolduran grupların klipleri kanalı domine ediyordu. Kliplere bu dönemde verilen değer, harcanan parayla da açıklanabilirdi. Örneğin 1984 senesinde Duran Duran, “Wild Boys” videosu için 1 milyon dolar harcamıştı. Russell Mulcahy’nin çektiği klip o zamana kadar bir video için harcanan en büyük bütçeye sahipti.
“Micheal Jackson’ın Thriller klibi: Babamın bu kısa film kıvamındaki klibi beta kasette getirdiği günü dün gibi hatırlıyorum.”
Konu “80’lerde klip” olunca 13 dakika 43 saniyelik videosuyla Michael Jackson’ın Thriller şarkısından bahsetmem gerek. Babamın bu kısa film kıvamındaki klibi beta kasette getirdiği günü dün gibi hatırlıyorum. 6 yaşında biri olarak günümüz standartlarına göre en az “+13” ibaresi eklenecek görüntüleri gözümü ayırmadan izlemiştim. Eve gelen her çocuğa zorla izlettirip, en etkili sahnelerinde yüzlerine yastık kapamalarına izin vermiştim. Etkilenmiştim çünkü o güne kadar izlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Herkesin izlemesini istiyordum çünkü Michael Jackson en iyi dans ettiğimiz şarkıların sahibiydi. Çocukların yüzüne yastık kapatmasına izin veriyordum çünkü “dostumuz” Michael bir anda karşımıza Kurt Adam olarak çıkıyordu. Hem sonra hiçbir şey olmamış gibi neşeyle Michael Peters’ın koreografisi olan Thriller dansını yapmaya başlıyorduk.
O dönem müziğin sanatla anıldığı, tasarımları yapanların kolay paradan zerre anlamadığı, aksine imkanlarını düşündüğünüzde ortaya çıkan işlerin kalitesiyle şimdi bile sersemlediğimiz, müzik dergilerinde yazılanların kopyadan çok daha fazla olduğu yıllardı. Kasedin sonuna makyajların nasıl yapıldığını anlatan "The Making of Michael Jackson's Thriller" belgeselini ekleyecek kadar cömert ve öngörülü o ekibi bu vesileyle bir kez daha selamlıyor, aklınıza Vincent Price’ın kahkahasını bırakarak bu yazıyı bitiriyorum.
“Arkadaşlarım ve ben klipten korkmakla beraber, neşeyle Michael Peters’ın koreografisi olan Thriller dansını yapmaya çalışıyorduk.”
Kısa kısa...
✔ Thriller tüm zamanların en çok satış yapan videosuydu ve bu vesileyle Guiness Rekorlar Kitabı’na girmişti. Klibin yönetmeni John Landis aynı zamanda 1981 tarihli Kurt Adam Londra’da (An American Werewolf In London) filminin de yönetmeniydi.
✔ Thriller’ın sözlerini Rod Temperton yazmıştı. Albümün prodüktörü Quincy Jones’du.
✔ Vincent Price’a seslendirmeyi yapması için 1000 dolardan az telif verildi.
✔ Jackson'ın kırmızı deri ceketinin tasarımı John Landis'in karısı Deborah Nadoolman’a aitti.
Gülşah Güray, bir sonraki yazısında BMW 5 Serisi’nin diğer nesillerinde ön plana çıkan müzik olaylarını anlatmaya devam edecek. Takipte kalın!
* İllüstrasyonlar: Mehmet Emin Karaaslan
1980’LER
80’lerde müzik tarihi vatkalı bir dönüşüme tanıklık etti. Bunu görünür yapan şüphesiz MTV’nin yayın hayatına başlamasıydı. İlk ekrana verdikleri Buggles’ın “Video Killed the Radio Star” şarkısında aslında demek istedikleri artık müzik piyasasında farklı bir otoritenin başa geçtiğiydi. Şarkıyı Amerika’da hiçbir radyo kanalı çalmazken video sayesinde grup hem sözleriyle hem de yüzleriyle tüm ülkede tanınmıştı. Bu aslında 7/24 müzik klibi izlenen bir televizyon kanalının farklı tür ve grupların yükselmesine, albüm satışlarının artmasına, müzik dinleme alışkanlıklarının değişmesine vesile olacağının göstergesiydi. Müziğin gidişatını değiştiren MTV’nin pastasından “hair metal” gruplarının aldığı pay da büyüktü. Lateks dar pantalonlar, spreylenmiş kabarık saçlarıyla arenaları dolduran grupların klipleri kanalı domine ediyordu. Kliplere bu dönemde verilen değer, harcanan parayla da açıklanabilirdi. Örneğin 1984 senesinde Duran Duran, “Wild Boys” videosu için 1 milyon dolar harcamıştı. Russell Mulcahy’nin çektiği klip o zamana kadar bir video için harcanan en büyük bütçeye sahipti.
“Micheal Jackson’ın Thriller klibi: Babamın bu kısa film kıvamındaki klibi beta kasette getirdiği günü dün gibi hatırlıyorum.”
Konu “80’lerde klip” olunca 13 dakika 43 saniyelik videosuyla Michael Jackson’ın Thriller şarkısından bahsetmem gerek. Babamın bu kısa film kıvamındaki klibi beta kasette getirdiği günü dün gibi hatırlıyorum. 6 yaşında biri olarak günümüz standartlarına göre en az “+13” ibaresi eklenecek görüntüleri gözümü ayırmadan izlemiştim. Eve gelen her çocuğa zorla izlettirip, en etkili sahnelerinde yüzlerine yastık kapamalarına izin vermiştim. Etkilenmiştim çünkü o güne kadar izlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Herkesin izlemesini istiyordum çünkü Michael Jackson en iyi dans ettiğimiz şarkıların sahibiydi. Çocukların yüzüne yastık kapatmasına izin veriyordum çünkü “dostumuz” Michael bir anda karşımıza Kurt Adam olarak çıkıyordu. Hem sonra hiçbir şey olmamış gibi neşeyle Michael Peters’ın koreografisi olan Thriller dansını yapmaya başlıyorduk.
O dönem müziğin sanatla anıldığı, tasarımları yapanların kolay paradan zerre anlamadığı, aksine imkanlarını düşündüğünüzde ortaya çıkan işlerin kalitesiyle şimdi bile sersemlediğimiz, müzik dergilerinde yazılanların kopyadan çok daha fazla olduğu yıllardı. Kasedin sonuna makyajların nasıl yapıldığını anlatan "The Making of Michael Jackson's Thriller" belgeselini ekleyecek kadar cömert ve öngörülü o ekibi bu vesileyle bir kez daha selamlıyor, aklınıza Vincent Price’ın kahkahasını bırakarak bu yazıyı bitiriyorum.
“Arkadaşlarım ve ben klipten korkmakla beraber, neşeyle Michael Peters’ın koreografisi olan Thriller dansını yapmaya çalışıyorduk.”
Kısa kısa...
✔ Thriller tüm zamanların en çok satış yapan videosuydu ve bu vesileyle Guiness Rekorlar Kitabı’na girmişti. Klibin yönetmeni John Landis aynı zamanda 1981 tarihli Kurt Adam Londra’da (An American Werewolf In London) filminin de yönetmeniydi.
✔ Thriller’ın sözlerini Rod Temperton yazmıştı. Albümün prodüktörü Quincy Jones’du.
✔ Vincent Price’a seslendirmeyi yapması için 1000 dolardan az telif verildi.
✔ Jackson'ın kırmızı deri ceketinin tasarımı John Landis'in karısı Deborah Nadoolman’a aitti.
Gülşah Güray, bir sonraki yazısında BMW 5 Serisi’nin diğer nesillerinde ön plana çıkan müzik olaylarını anlatmaya devam edecek. Takipte kalın!
* İllüstrasyonlar: Mehmet Emin Karaaslan