Çerezleri kullanmamız için izninizi yönetme aracımız geçici olarak çevrimdışı. Bu nedenle, çerez kullanımına izin vermenizi gerektiren bazı işlevler eksik olabilir.
MONOLiT.
Can Büyükberber ile Joy Blog’a özel söyleşi
Can Büyükberber Yeni BMW iX için özel olarak tasarladığı enstalasyonu MONOLiT ile görsel-işitsel, sarmalayıcı bir deneyim sunuyor. iX'in monolitik tasarım felsefesinden ilham alan çalışma, Oscarlı besteci Hans Zimmer'in BMW elektrikli araçlar için geliştirdiği dijital sürüş sesleriyle zenginleştiriliyor. Yeni BMW iX'in elektrikli ruhunu teknoloji ve sanatla 360 derecelik bir duyusal eser olarak yorumlayan Büyükberber, aracın futuristik çizgilerini hareket, form ve ışığın estetik birlikteliğiyle mekansal bir deneyime dönüştüyor. MONOLiT’e dair merak edilenleri gelin Can Büyükberber’den dinleyelim…
24.11.2021
Kapsayıcı görsel ve işitsel deneyimler yaratmaya odaklanan görsel sanatçı Can Büyükberber sanat, tasarım ve bilimi kapsayan disiplinlerarası bir yaklaşım ile insan algısı üzerine odaklanıyor. Haritalama, sanal gerçeklik, jeodezik kubbeler ve dijital üretim teknikleri gibi farklı mecralar ve görüntü teknolojilerine yoğunlaşan sanatçının Yeni BMW iX için özel olarak tasarladığı enstalasyonu MONOLiT çalışması 30 Kasım tarihine kadar Kanyon AVM’de sergilenecek.
FİLMİ İZLEYİN.
MONOLiT adlı görsel-işitsel deneyime dayalı işinizde, Yeni BMW iX'in iç ve dış tasarımını bütüncül olarak ele alıyorsunuz. Bu enstalasyonunuzla izleyicilere deneyimletmek istediğiniz duygu ve düşünceler neler?
Yeni BMW iX'in tasarım felsefesinde sergilenen yaklaşımı incelediğimde çok etkileyici dökümanlar bulduğumu söyleyerek başlamalıyım. Bu dökümanlarda iX tasarım ekibinin otomobilin iç ve dış tasarımına bütüncül olarak yaklaştıklarını fark ettim. Sensör teknolojilerinden, seslere, ekranda gördüğünüz görsellerden, çevresel duyarlılığa ve konfora dek iX’de oluşturulan ve gelecekte olduğunuzu hissettiren tema, aynı tasarım yaklaşımının farklı şekillerde uygulandığını çok net bir şekilde gösteriyor.
MONOLiT’i tasarlarken sergilediğim yaklaşımda da aynı paralellikleri görmek mümkün. Örneğin enstalasyonda göreceğiniz tekrar eden minimalist geometrik üçgenler, sadece estetik bir algı yaratma amacıyla tercih edilmedi, aynı semboller doğada da mevcut, örneğin karbon atomu incelendiğinde atomun bir yerde durabilmesini sağlayan temel geometrik bir prensip aslında… Kısaca üç boyutlu bir objenin, üçüncü boyutta var olabilmesini sağlayan geometrik formüller olduğunu da söyleyebiliriz.
iX’in gelecekte olduğunuzu hissettiren bu bütüncül ruhunu izleyiciler için nasıl mekansal bir deneyime dönüştürebilirim sorusuyla hareket ettim. Ses ve görüntü ile birlikte yaratılan MONOLiT aslında izleyiciyi iX’in dünyasının içerisine sokuyor. İzleyiciyi farklı bir atmosfere çektiği için yüzde yüz odaklanmak da mümkün oluyor. O estetik algının içerisindeyken belki yüzlerce kelimenin anlatamayacağı bir iz bırakabiliyor zihinlerde.
Yeni BMW iX’in elektrikli ruhunu MONOLiT’e aktarırken Hans Zimmer’in yeni nesil BMW elektrikli otomobiller için geliştirdiği dijital sürüş seslerine de yer verdiniz. Böylelikle MONOLiT, farklı disiplinlerin ortak çalışma alanına dönüştü, sizce bu farklılığın eserlerinize ne gibi yansımaları oluyor?
Yeni nesil iX serisi otomobilleri araştırırken, Hans Zimmer’ı da görmek benim için çok büyük bir sürpriz oldu aslında. Zimmer, hayranlık duyduğum bestecilerden biri, çok klasik bir geçmişi olmasına rağmen kendisi yıllar içerisinde inanılmaz inovatif eserler ortaya koydu. Bilim kurgu sinemasına özel bir ilgim olması nedeniyle de Zimmer benim için çok özel bir yere sahip.
Yeni nesil elektrikli otomobillerde motor sesi bulunmuyor. Bu nedenle kullanıcının otomobili deneyimlerken; hızlarını anlayabilmeleri, gelecek hissiyatını yaşamaları, dışarıdaki insanların da yanlarından otomobil geçerken fark edebilmeleri gibi pek çok nedenden ötürü “etkileşim tasarımı” ihtiyacı ortaya doğdu. Film müziklerinde kullandığı ilgi çekici ses paletiyle Hans Zimmer’ın BMW elektrikli otomobiller için bestelediği dijital sürüş sesleri ise otomobile inanılmaz bir karakter kazandırmış. Ben de kendi çalışmalarımda ambiyansa yönelik sesleri tercih ediyorum ve bu noktada Hans Zimmer’ın da benzer bir ses paleti seçtiğini görmek beni inanılmaz mutlu etti.
Farklı disiplinlerle birlikte çalışmak, farklı bir dilden, perspektiften işi görebilmek kesinlikle sizi ve çalışmanızı zenginleştiriyor. Aslında ortak bir vizyonla, soyut olan bir şeyi somutlaştırmak amacıyla hareket ediyoruz. Örneğin iX’in tasarımcıları onu panellere yansıtıyor, Zimmer ses dünyasında yorumluyor ben de bu otomobili görsel bir deneyime aktarıyorum. Burada benzer bir geleceği resmetmeye çalışıyoruz aslında.
MONOLiT öncesinde Yeni BMW iX ile bakış açınız hangi noktalarda kesişmişti? Sizce elektrikli otomobiller gelecek hayatımızda nasıl bir rol oynayacak?
Master eğitimim sırasında hibrit otomobillerin en çok kullanıldığı şehirlerden biri olan San Fransisco'da yaşıyordum, dolayısıyla oradan bir aşinalığım var. Sanat ve tasarım anlamında da Alman disiplini daima ilgimi çeken bir unsur olmuştu. BMW’nin de fütürist, minimal, fonksiyonel, rafine bir tasarım felsefesi var ve şahsen o felsefi yakınlığı ve estetik duyarlılığı paylaştığımızı düşünüyorum.
Görsel İletişim Tasarım bölümünden mezun olduktan sonra Fulbright araştırmacısı olarak San Francisco Art Institute’de sanat ve teknoloji üzerine yüksek lisansınızı tamamladınız. Eğitiminiz dışında sizi yeni medyaya yönelten şeyler neler oldu?
Erken yaşlardan itibaren her zaman sanatsal yönelimleri olan biriydim. Ortaokul yıllarında da prototip okullarda okuma şans elde ettim, bilim ve sanata olan merakım burada şekillenmeye başladı. Bilim kurgu sinemasına olan özel ilgim sayesinde de hikâye anlatımı ve teknolojiye yöneldim ve 3D animasyon dünyası ilgimi çekmeye başladı. Lise yıllarında pek çok arkadaşım bilgisayarda sadece oyun oynuyorken ben kısa filmler çekmeye ve 3D animasyon programları öğrenmeye başladım. Amatör çalışmalar yapıyordum ve bu noktada ileride sanatçı ya da tasarımcı olmak istediğimi bilmeden büyük bir ilgiyle çalışmalarıma devam ediyordum. Bir süre sonra bu amatör çalışmalarım internet üzerinden keşfedilmeye başlandı. O dönemde fizik okuyordum, yavaş yavaş tasarıma doğru yöneliyor, tasarımın akademik eksikliğini hissetmeye başlıyordum. Akabinde Bilgi Üniversitesi'ndeki lisans yıllarımda, Santralistanbul Kampüsü’nde bulunan Enerji Müzesi ve Sanat Merkezi'nde, o dönem Türkiye'de gerçekleştirilen kapsamlı medya sanatı sergilerinde öğrenci olarak çalışma fırsatım oldu. O yıllarda tasarım anlayışım da gelişirken kullandığım mevcut programları bir film için görsel efekt yapmak yerine kendi özgün eserlerimi üretmek için kullanabileceğimi fark ettim. Katıldığım festivaller ve araştırmalarım sayesinde de bu alana olan ilgim farklı bir boyuta taşındı. Bu ilgimi biraz daha ileri götürmek için de yüksek lisansımı San Francisco Art Institute’de Sanat ve Teknoloji alanında tamamladım.
Yapay zekâ, artırılmış gerçeklik, duysal (ses) sanatları ve neticesinde ortaya çıkan fiziksel bir deneyim... Sanat ve teknolojiyi çalışmalarınızda bir araya getirirken nasıl bir yöntem izliyorsunuz?
Yeni medya alanında çalışma üretmenin en heyecan verici kısımlarından biri de çok haritalanmamış, yepyeni bir alan oluşu. Keşfedilmemiş çok konu var, yeni mecralarla, yöntemlerle yeni fikir ve hikayeleri, görünümleri bir araya getirdiğinizde daha önce hiç ifade edilmemiş bir şey ortaya koyma olasılığınız mevcut. Açıkçası sanatla teknolojiyi çok ayrı görmüyorum. Sanat benim için bir hissetme, düşünme biçimi, teknoloji ise onu ifade etmek için kullandığım bir araç aslında.
Linz, Montreal, San Francisco, Tokyo ve daha birçok şehirde fiziksel ve dijital deneyimler sundunuz. Bugüne dek sizi en çok heyecanlandıran, unutamadığınız işiniz hangisiydi?
2014 yılında, Prag Signal Festival'de “e:merge" adlı bir bina yerleştirmesinden sorumluydum, bu çalışmanın 5 günde 2 milyon insan tarafından izlenmesi ve bir rock konseri gibi binlerce kişinin aynı anda verdikleri tepkilere ve yükselen seslere şahit olmak çok etkileyiciydi. İzleyicilerin tepkilerini gerçek zamanlı görmek çok ilginç hissettiriyordu, zira binlerce kişinin deneyimlediği çalışma bir hafta önce sadece benim bilgisayarımın ekranındaydı. Aynı şekilde Montreal’daki SAT Society for Arts and Technology’de izleyicilerin jeodezik kubbeler üzerinden yere uzanarak izledikleri bir deneyim tasarlamıştım. İzleyicilerin bütün görüş alanını kapsayan bu görüntü ile adeta insanları hayal gücümü deneyimlemeye davet ediyordum. Deneyim öncesi ve sonrası izleyicilerin yaşadıkları değişimi hissetmek ise benzersiz bir duygu. Hatta izleyicilerin verdiği tepkilerin ödüllendirici olduğunu da düşünüyorum. Çünkü siz çalışmayı üretirken belki aylarca o iş üzerinde odaklanıyor ve ilk baştaki o heyecanı zamanla yitirebiliyorsunuz. Fakat sizin aylarca hazırladığınız çalışmayı 5 dakika içerisinde deneyimleyen bir izleyicide o heyecanı görmek, kesinlikle tarif edilmesi zor bir duygu.
Hans Zimmer, Tool, Shigeto ve Çek Filarmoni Orkestrası ile çalışmalarınıza müziği de dahil ediyorsunuz - hatta Tool sizin en sevdiğiniz müzik gruplarından biri. Müzik, bir medium dahilinde disiplinlerarası çalışma pratiğinizde nasıl bir öneme sahip?
Müziğin kesinlikle çalışmalarım üzerinde ciddi bir etkisi var. Zira müzik, zaman bazlı bir medya. Zaman içerisinde akan bu sesler, dinleyicileri duyusal bir yolculuğa çıkarıyor, yani en azından iyi müzik bunu yapıyor. Tool da bu açıdan benim için ilham verici bir grup. Progresif rock müziğin kompleks yapısı, ritimleri, aynı zamanda canlı performanslarının yanı sıra felsefi derinliğiyle de sevdiğim bir grup Tool. Müzikten aldığım en büyük ilham ise, onu görselleştirmeye çalışmak. Müzikal kompozisyondaki algıyı görsel bir kompozisyona taşımak yani, soyut bir şeye şekil vermeye çalışmak. Bu noktada sinemanın da benzer bir yapısı var ama orada diyalog, tiyatro ve oyuncular var, bu noktada müzik daha soyut bir duruşa sahip.
Florida’da geçtiğimiz Nisan ayında gerçekleşen “enLIGHTen Art Festival” kapsamında “Primordial Force” adlı çalışmanızı bir spa otelinin duvarında sergilemiştiniz. Bu görsel parçaya Filozof Alan Watts'ın ses kaydı ile işitsel bir boyut da kattınız. “Primordial Force” çalışmanızı, Jung'un simyasal kökler ve kolektif bilinçdışı metaforunda ele aldığı “su” kavramından yola çıkarak oluşturdunuz. Psikoloji ve felsefe çalışmalarınızda nasıl bir öneme sahip?
Psikolojiyle özellikle analitik psikolojiye lise yıllarımda ilgi duymaya başladım, hatta bu noktada Tool’un da bana ilham verdiğini söyleyebilirim. Çünkü bazı Tool şarkı sözlerinde Jung’a ciddi atıflar var. Kendimi bildim bileli, bilinç konuları, kişisel, içsel gelişim, spiritüel konular ve mistik şeylere meraklı biriydim. Yeni medyanın ileride psikoloji alanında çok etkili bir güce sahip olabileceğini düşünüyorum, zira insan psikolojisi üzerinde seslerle ve görüntülerle değişim yaratabilme şansınız var. 2019 yılında New York’ta tam da bu konular üzerinde araştırmalar yaparken bir wellness merkezi için görsel deneyimler tasarlanmam istendi. Sonrasında da ArtRepublic’in organizasyonu ile “Primordial Force” adlı işimi Florida’da sergiledim. Sanat ve teknoloji içerisine daha şifalandırıcı, wellness perspektifi açısından bakmaya çalıştığım bir iş oldu. Araştırmalarım ve okumalarım sonrasında Jung’un felsefesinde kolektif bilinçdışını sembolize eden suyun şifalandırıcı özelliklerine odaklanarak bir deneyim hazırlamaya çalıştım. Budist öğretilerini Batı’ya tanıtan filozof Alan Watts’ın sesi de bu işte bir bütünlük sağlamama yardımcı oldu…
“Marfa Room” adlı çevrimiçi NFT sergisinde, çalışmanız “The Statue of Post-Liberty” ile yer almıştınız. NFT teknolojisinin sanat dünyası için potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelecekte daha çok NFT türünde eserlerinizi görecek miyiz?
Açıkçası ilk başlarda NFT’ye karşı biraz mesafeliydim, işin maddi tarafının ön planda olması, yüceltilen işlerin kalitesi ve ön plana çıkarılan estetik algısını çok beğendiğimi söyleyemem. Marfa Room aslında bu çekincemi kıran durumlardan biri oldu, bir galeri tarafından düzgün kürasyonu yapılmış, işlerine saygı duyabileceğim diğer sanatçılarla beraber bir online sergi formatında yer almak bana mantıklı geldi. Marfa Room’un kürasyonunu Berlin'deki Synthesis Gallery yaptı ve Paris’teki Danae isimli online platformda sergilendi.
NFT doğası itibariyle iyi, faydalı bir teknoloji zira dijital sanatın nasıl koleksiyonerlere hitap edebileceği, nasıl saklanabileceği konusu öncesinde çok büyük bir soru işaretiydi. “Dijital sanat, hard diskte mi saklanmalı yoksa bir obje mi olması lazım?” soruları mevcuttu. Sonuçta dijital sanat bir veriden ibaret, ortada biricik fiziksel bir obje söz konusu olmadığından dijital sanat koleksiyonerliği de bu noktada tam olarak anlaşılamıyordu. Dolayısıyla dijital sanatın Blockchain teknolojisi üzerinden bir otantikasyon sertifikası sunabiliyor olması ve o dijital eserin kayıtlı hale gelmesinin, dijital sanatın koleksiyona dahil edilebilirliği açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben NFT türünde eserler vermeye de devam ediyorum hatta Miami’de Kasım sonunda gerçekleşecek bir NFT sergim var, şu an onun üzerinde çalışıyorum.
Can Büyükberber hakkında.
1987 yılında doğan Can Büyükberber İstanbul Üniversitesi’nde Fizik bölümünü okuduktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde de Görsel İletişim Tasarımı lisans eğitimi aldı. Bu eğitimin ardından Fulbright bursuyla San Francisco Art Institute’te Sanat ve Teknoloji yüksek lisansı yaptı. Kapsayıcı görsel ve işitsel deneyimler yaratmaya odaklanan Büyükberber sanat, tasarım ve bilimi kapsayan disiplinlerarası bir yaklaşım ile insan algısı üzerine odaklanıyor. Haritalama, sanal gerçeklik, jeodezik kubbeler ve dijital üretim teknikleri gibi farklı mecralar ve görüntü teknolojilerine yoğunlaşıyor. Çizgisel olmayan söylemler, geometrik düzen ve birlikte çalışan formlar gibi konuları irdeliyor.
*Yazar: David Barnwell; Fotoğraflar: Mustafa Abdulaziz | Yazı için kaynak: https://www.bmw.com/en/design/bmw-8-x-jeff-koons.html