Çerezleri kullanmamız için izninizi yönetme aracımız geçici olarak çevrimdışı. Bu nedenle, çerez kullanımına izin vermenizi gerektiren bazı işlevler eksik olabilir.
ARZU KAPROL İLE
TASARIM VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ÜZERİNE.
Tasarımı “kıyafet mimarlığı’’ olarak tanımlayan ve adını dünyaya duyurmuş olan tasarımcı Arzu Kaprol, uzun yıllardır moda ve teknoloji birlikteliğine dair benzersiz örnekler sunuyor. Arzu Kaprol ile tasarım süreçleri, ilham kaynakları ve sürdürebilirlik hakkında çok özel bir söyleşi gerçekleştirdik.
30.11.2021
Hem ülkemizde hem de dünyada modanın önde gelen isimlerinden biri olan Arzu Kaprol, başarılı kariyerine 1995 yılından bu yana devam ediyor. Kendi adını taşıyan markasını 1998 yılında moda tutkunlarıyla buluşturan Kaprol, 2011 yılında Paris Moda Haftası, Moda Federasyonu resmi takviminde defileler yapmaya başladı ve Paris’teki ofisini açtı. Moda ve teknoloji birlikteliğinin benzersiz örneklerini sunan tasarımcı, Türkiye’nin ilk hologram defilesini ve ilk dijital couture show’unu gerçekleştirdi. Akıllı giyimin ilk prototiplerinden biri olan; klima değişikliklerine göre fonksiyon değiştiren “Akıllı Ceket” de yine sektörün öncü hareketleri arasında yerini aldı. Eşsiz ve modern tasarımlarıyla Kaprol, zamansız kıyafet anlayışının yanı sıra sürdürülebilir modaya dair anektodlarını bizlerle paylaşıyor. Geleceğin otomobillerinin da elektrikli olması gerektiğini savunan tasarımcının birbirinden değerli görüşlerini gelin kendisinden dinleyelim.
FİLMİ İZLEYİN.
Mimar Sinan Üniversitesi Moda Konfeksiyon bölümünden mezun olduktan sonra Paris American Academy’de Perfectionnement programında couture eğitiminizi tamamladınız. Modaya ilginiz nereden geliyor?
İçerisinde bulunduğum ortam ve ailemin hem gelişimimi hem de karar verme mekanizmamı çok etkilediğini belirterek başlamalıyım. 1800’lü yılların sonunda Bursa’ya taşınan göçmen bir aileye sahibim. Çok becerikli kadınların, zor koşullarda hem hayatta kalma hem de kendilerine güzel bir yaşam yaratma emeğiyle oluşturulmuş bu çevrede, annemin de moda evi olduğu bir ortamda büyüdüm. Dolayısıyla ne kadar bilinçli bir tercihti modaya yönelmen derseniz aslında kendimi bilmeden ilgilendiğim, ortamın da benimle ilgilendiği, kendime orada yaşam alanı yarattığım bir süreç içerisinde mesleğime karar verdim diyebilirim.
İlham, sizin tasarım sürecinizde nasıl bir rol oynuyor ve yaratım sürecinizde kendinizi tıkanmış hissettiğinizde neler yapıyorsunuz?
İlham doğal bir süreç, ayrıca ilhamı sadece mesleki olarak da değerlendirmiyorum. Her sabah uyanmak ve hayata kaldığın yerden devam etmek de, yeni bir başlangıç yapmak da aslında bir ilham. Kendi yaşamsal motivasyonunu her gün yeniden inşa etmeye karar vermek, bu hayatta sağlık, mutluluk, keyif ve bereketle var olmaya devam etmek, her gün en başından verdiğimiz bir karar. Dolayısıyla bunun içerisinde her daim inişler, çıkışlar, kararsızlıklar, endişeler, mutluluklar, coşkular ya da benzer farklı duygusal salınımlar olabilir. Ama hayat da zaten bunların toplamı değil mi?
Doya doya nefes almak, gülümsemek, çok önemli ve ciddi bir karar. Hatta bildiğinin en iyisini yapmaya çalışmak belki de en büyük gizem bu hayatta. Dolayısıyla her ne ise elinden gelen en büyük emek, ciddiyet ve samimiyetle o varoluşunu keyifli, anlamlı ve bütüne en faydalı hale getirebilmek her gün verdiğimiz en önemli ve aynı zamanda yenilenmesi gereken de bir karar.
2015’te Türkiye’nin ilk hologram defilesini, 2016’da da ilk dijital couture show’u gerçekleştirdiniz. Isı değişikliklerine göre fonksiyon değiştiren “Akıllı Ceket” tasarımınız da bulunuyor. Moda sektöründe sizi zamanın bir adım ötesine taşımaya yönelten ve motive eden unsurlardan bahsedebilir misiniz?
Kesinlikle merak. “Başka ne olabilir, daha iyi ne olabilir?” gibi sorular tasarlama sürecimin bütününü yönlendiren şey aslında. Hem kendi yapabileceklerini merak etmek hem de “Dünyada neler oluyor ve ben buna nasıl katkı sağlayabilirim?’’ diye sormak. Bence gücü doğru alanlara ve kanallara yönlendirebilmek insana yepyeni maceralar açıyor. Haliyle ben de hep merakımın peşinden gittim. Bu merakım bana çok güzel yerlerde çok kıymetli işlere, dostluklara ve maceralara vesile oldu.
Sanal tasarımlar ve NFT’ler de yine radarımızda olan gelişmeler. Moda ve teknoloji ilişkisinin bir trend mi yoksa kalıcı bir atılım mı olduğunu düşünüyorsunuz?
Her akım tam zıddını da her daim büyütüyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla NFT büyürken çok daha organik ve geleneksel alanlar da, aynı hacim ve hızda olmasa da bir yerlerde büyümeye devam ediyor olacak. Çünkü bir şeyin büyüyebilmesi için zıttının da var olması gerek. Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir noktada buradan geriye gitmek mümkün değil ama şunu da kabul etmek gerekiyor ki, tam zıttı da yani “geleneğe dönüş” de bir yerlerde büyümek zorunda, zorunda ki teknoloji de büyüyebilsin. Geleneksel akımlar ve teknoloji her daim birbirini besleyen, duygu olarak birbiriyle ilişkili ve iletişim halinde, görünmez bir bağ ile birlikte var olmaya devam edecek diye düşünüyorum.
Örneğin NFT’nin, fiziksel olarak giyinme ihtiyacımızı, kumaşa dokunma isteğimizi henüz karşılayamadığı bir gerçeklikte yaşıyoruz. NFT’den aldığımız ve oraya akıttığımız bir duygu ve bir bütçe de varken o muhakkak varolacak ama belki sokağınızın köşesindeki terzide pantolon paçası kıvırma esnasında yapılan bir kahvenin tadı hiçbir şeyde olmayacak. Açıkçası bunların hepsi birer denge arayışı. İlerlediğimiz bu hızlı yaşam çağında hepsinin bir arada var olduğunu ve bir arada var olmasının en büyük güzellik olduğunu kabul etmek belki de tek gerçeklik. Mesela bu sohbeti bir yapay zekâ ile yapıyor da olabilirdik ama karşındakinin gözüne baktığında aldığın aynı duygu olmayacaktı. Bu demek değil ki bu kötü ya da o iyi, sadece farklı.
Kapsayıcılık konusu moda dünyasında da gündemde. Gelişen farkındalıkla birlikte sizin yaratım süreçlerinizde neler değişti?
Yaratım süreçlerimde çok fazla değişen şey var. Hatta bunların bir kısmı fark etmeden oluşan, doğal bir süreçte ilerledi. İsterseniz önce gerçeklerden hareket edelim. Tekstil, petrokimya sanayisinden sonra dünyayı en çok kirleten ikinci sektör. Bir diğer gerçeklik de ihtiyacımızın çok üzerinde, niteliksiz kıyafetlerin üretilmesi sorunsalı. Hatta sayılarla konuşacak olursak 1960’larda bir kadının gardırobunda bütün bir yıl için sadece 8 kıyafeti bulunuyordu. Şu an ise bu sayının oldukça üzerindeyiz. Haliyle de 8’den üç haneli sayılara gelme hızımız, dünyanın en azından bilinen hiçbir döneminde karşılaşılmayan bir üretim ve tüketim çokluğuna işaret ediyor.
Tüm bunlar yaşanıyorken, dünyayı da aynı hızda kirletiyor olma sorumluluğunu da almamız gerekiyor. Örneğin bu kadar niteliksiz kıyafete ihtiyacımız olmadığını bildiğimiz noktada, ilk öğrenilmesi gereken kavramın “sorumluluk bilinci” olduğunu düşünüyorum. Üretirken, tüketirken, kullanırken yani tüm aşamalarda sorumluluğumuzun olduğu bilinciyle hareket etmemiz gerekiyor. Bir de tüm bu süreç içerisinde insan ırkına tanımlanan kimlik ise “tüketici”. Şimdi adımız tüketici ve adını hakkıyla taşıyan bir canlı türü olarak dünyada şu anki var oluşumuzu gerçekleştiriyoruz. Belki bu tanımlamayı dönüştürerek de başlayabiliriz. Adı tüketici olmayan yeni bir tanımlama getirebiliriz insan ırkına; kullanıcı, deneyimleyici, paylaşımcı vb. gibi. Sosyologların uzun uzun çalışıp bizlere yeni bir kavram, yeni bir yaklaşım, bir varoluş profili çizmesi, makul olabilir.
Buradan hareketle, bu dünyada bizlere tanımlanan süre içerisinde varoluşumuzu minimum izle bizden sonraki çağlara bırakabilecek bir sistemin tanımlanmasına da ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda tekstile çok önemli bir görev düşüyor, zira çok büyük bir hızla kirletiyoruz ve üretilen şeylerin çoğu da geri dönüşüme gitmiyor. Bir başka sorunsal ise ekonomik ve yaygın olan hızlı giyim markalarının standartları; bu markalar kıyafetleri beş kullanıma yönelik olarak üretiyor. Dolayısıyla sözde “ekonomik” olarak satın aldığınızı düşündüğünüz bir kıyafet, doğaya ve yaşam döngüsüne ödenilen bedelin çok üzerinde zarar vermiş oluyor. Kıyafetlerin kaç kez kullanılabileceğinin iletişimi ne yazık ki yapılmıyor ama sektör bunu çok iyi biliyor. Örneğin “Bu beyaz tişört 2.000 litre su harcanarak üretildi ve tam performansıyla sadece 5 defa giyilebilir” gibi bir ibare etiketlerde yer alsa kullanıcılar ortadaki korkunç tabloya şahit olabilir ve satın alma alışkanlıklarını değiştirebilir.
Bu noktada şeffaflık çok önemli, üretirken ve satışa sunarken bilgilendirmenin giyim endüstrisinde standart haline getirilmesi şart. Şu an ne yazık ki bu standartlarda ilerlenmiyor ama bu konuları bugün konuşabilmek de önemli. Zira bu konuların duyulabilir bir hale gelmesi bir şeylerin değiştiğinin de göstergesi, hatta bir sonraki adımın geleceğinin de habercisi.
Peki ben kendi tasarım süreçlerinde neler yapıyorum? Uzun zamandır sürdürülebilirlik, önceliklerimiz arasında yer alıyor. Doğaya saygılı, daha nitelikli ve uzun ömürlü kıyafetler yapmanın da sürdürülebilirliğin özü olduğuna inanıyorum. Örneğin bir ürünü çok kısa süre kullanıyorsanız, dünyaya bıraktığınız atık zinciri o doğrultuda artış gösteriyor. İşte bu nedenle biz daima uzun süre kullanım prensibiyle hareket ettik ve ediyoruz. Aslında tasarımcı ürünü de bu anlama geliyor. Mimari ya da sanat alanında da eskimeyen şeydir tasarım… Moda demiyorum o başka bir sektör ama tasarım zamanın eskitemediği bir şey. Bir tasarım objesi, 50 ya da 80 yıl önce yaratılmış olsa da daima güncelliğini koruyor. Üretilirken, malzeme seçimi yapılırken ve emek verilirken odaklanılan şey tamamen zamansız olarak var olması. Tasarım, zamanlar, moda ve akımların üzerinde bir yaklaşım. Dönemini belirler, zamanın ruhunu yansıtır ama eskimez. Popüler kültürle ilişkisi ancak zamanın izini taşıdığı noktada ama her daim güncel olan.
Örnek vermem gerekirse bundan minimum 10 yıl önce satın alınmış Arzu Kaprol kıyafetlerini hâlâ giyen, hatta giyip benim organizasyonlarıma gelen, tanıdığım-tanımadığım pek çok müşterimiz var. Ayrıca 3 yıl önce WWF’e tasarlamış olduğum bir iş birliği koleksiyonum da yer alıyor. Bu iş birliğinde de doğru iletişimini yapabilmek, farkındalığı artırabilmek, ayrıca yeni gelen genç nüfusu doğru giyim kodlarıyla tanıştırmak önceliklerim arasındaydı ve hala bu tür girişimlerimin bulunduğunu da söyleyebilirim.
Moda endüstrisinde sürdürülebilir bir yaklaşımın belirlenmesinde tasarımcılara, markalara ve tüketicilere düşenler nelerdir?
Kullanıcılar bir ürünü satın alırken talep ettikçe, üreticiler de bu süreçte talebi karşılamaya ne yazık ki devam edecek. Kullanıcıların bir şey satın alıyorken “Bu ürün nerede üretildi? Bu mağazaya ulaşmak için ne kadar seyahat etti?” gibi soruları sorması gerekiyor. Benim çok karşı durduğum, Paris Moda Haftası zamanlarında yaşadığım bir olaydan da bahsetmek istiyorum. Paris Moda Haftası’nda modellere Fiji suları ikram ediliyordu. Düşünebiliyor musunuz bu sular Fiji’de şişelenip o kadar seyahat etmiş ve Paris’e kadar gelebilmiş… Fiji’den gelen bir suyu içiyor olmanın karbon salınımına katkısı ise tam anlamıyla korkunç.
Bir kıyafeti daha ucuza giyebilelim diye dünyanın neresinde kaç kişi çalıştı? Çıkan ürün ne kadar seyahat etti ve süreçler nasıl ilerledi? Bu gibi soruların tüketici tarafından sorulması şart. Bu nedenle daha lokal sistemlere geçilmesi gerektiğine inanıyorum, hele ki bizim gibi bir ülkede öz kaynaklarla en iyi ne yapabiliriz, bunları konuşmamız gerekiyor. Herkes önce öz kaynaklarıyla ne yapabildiğini sorgulamalı ve sonrasında bu fikri geliştirmeye odaklanmalıyız. Konu bu noktada gene sorumluluk bilincine dönüşüyor. Sadece üretirken değil, satin alırken, kullanırken, çoğaltırken ve ifade ederken... Zira yaptığınız, söylediğiniz, giydiğiniz ve yediğiniz her şeyden sorumlu olduğunuzu bilmek, bir şeyleri değiştirebilme adına çok önemli.
İster istemez kendi estetik anlayışımız ve tercihlerimiz trendlerden etkileniyor. Siz kendi tasarımlarınızı hazırlarken bu eğilimi hissediyor musunuz? Bundan kaçınmak için neler yapıyorsunuz?
Ben bu durumu trendler olarak incelemiyorum, trendleri takip etmiyorum ama zamanın ruhunun bir parçasıyım. Zamanın ruhu aslında bütünü, kolektif hafızayı belirliyor. Örneğin; şu an bir pandemiden çıkmaya çalışıyoruz. Kısmen alıştık ama yoğun bir pandemi sürecini yaşayıp içerisinde var olmaya devam ediyoruz. Pandeminin giyim kodları üzerinde de çok büyük etkisi var, mesela sadece üç kelimeyle pandemi sonrası giyim kodumuzu özetleyebiliriz. Beyaz, renkli ve hacimli…
Beyaz giyinmek, temizlik, ferahlık, hafiflik anlamına geliyor dolayısıyla tüm insanlar için güvenli renk şu an beyaz. Öncelikle temizliği ve hijyeni ifade ediyor. Beyazdan sonra en çok tercih edilen ise canlı renkler oluyor. “Ben canlıyım, hayattayım, yaşıyorum, coşkuluyum, beni gör ve sev” anlamına geliyor. Form olarak hacimli kollar giyinmek ise dışarı çıktığımız anda bir mesafe duygusu veriyor. Hem doğal bir koruma alanını hem de görünür olma ihtiyacını sağlıyor bu kollar.
Açıkçası her akımı böyle değerlendirebiliriz. Zira tüm bu kodlar sadece tasarımcılar ya da büyük markalar tarafından pazarlanmıyor, sosyolojik ve ekonomik sebepler dahilinde zamanın ruhunu yansıtıyorlar. Zamanın ruhunu en kolay kıyafetlerden okuyoruz çünkü bedeni saran ve kaplayan şeyler kıyafetler. İnsan merkezinde olan bir şeyin, insan bedeni dışında ilk katmanı olan şeydir kıyafet ve haliyle her duygu, alan ve trendi bu şekilde okuyabiliriz.
Bu konuyla ilgili bir örnek daha vermek istiyorum. Dünyada her zaman iki yıl öncesinden trendler belirleniyor. İçerisinde sosyologlar, renk uzmanları ve sanatçıların bulunduğu çok önemli birlikler ve organizasyonlar bu trendleri belirliyor. Oturup günlerce yapılan toplantıların ardından öncelikler belirleniyor ki tekstil sektörü renk ve hammadde açısından hazırlık yapabilsin. En az iki sene öncesinden, renkler, kumaşlar ve temalar düşünülmeye, konuşulmaya ve kullanılmaya başlanıyor.
Bu yaklaşımla 2000 yılına girerken sektörün ön gördüğü “Milenyum Çağı” ile beraber büyük bir değişimin olacağı, 60’lardan sonra ilk defa fütürist bir anlayışla Uzay Çağı’na gireceğimiz düşünülüyordu. Bu çağın kıyafetteki etkilerinin ise metalik bitişler olacağı tahmin ediliyordu. Bu anlayışla yaklaşılan bir dönemde dünyanın hiç beklemediği bir şey yaşandı, 11 Eylül saldırısı… Bu saldırı, modayı nasıl etkilemiş olabilir? O tarihlerde vitrinlerde ve mağazalarda olan ürünlerin büyük bir kısmı, hafif parlak etkileri bulunan, daha deneysel, geleceğe dair fütürist izler taşıyan bir yaklaşımdaydı. 11 Eylül saldırısı Batı coğrafyası için bugüne dek hiç bilmedikleri bir şeyi tetikledi, yani güvenlik açığını. Peki güvenliğiniz tehdit edildiği zaman ne olur? Saklanmak, güvende hissetmek ve korunmak istersiniz. Gelecek ise büyük bir bilinmezlik yaratıyor ve uzay da bilinmezlik, boşluk ve tanımsızlık olarak anlamlandırılıyor. Oysa ki geçmiş güvenli. Haliyle 11 Eylül saldırılarının ardından hiç beklenmeyen bir şey oldu ve vintage doğdu. Annelerin, anneannelerin, dedelerin kıyafetleri her zaman güvenilir bir nokta olarak görülmeye başlandı. Vintage kıyafetleri giyen insanlar, kendilerini topraklarına, geçmişlerine yakın ve güvenli hissetti. Uzun lafın kısası her dönemi bu perspektifte okuyup, inceleyebiliriz.
Kariyerinizde Volvox adlı grupta çaldığınızı da biliyoruz. Moda dışında beslendiğiniz alanlar hangileri?
Lisede, bir arada olmaktan ve birlikte üretmekten çok keyif aldığım, o yaşın ve zamanın protest ruhunu yansıtan bir grup içerisinde ve tabii Şebnem Ferah’ın ışığı etrafında olan bir projeydi Volvox. Müzik hayatım da üniversiteye kadar devam etti, önceliğim ve hep istediğim başka bir şeydi. Aynı dönemde üniversite için şehirlerimiz de değişti, grubun tüm üyeleri Ankara’daki üniversiteleri kazandı ve ben de İstanbul’a geldim yani bir nevi süreç doğal olarak koptu. Benim de yaşamsal bir önceliğim ve yetenekli olduğum bir alan da değildi müzik. Fakat o sürecin varoluşuma katkı sağladığı, müzisyen olarak değil de gelişmekte olan bir insan, bir genç kız olarak yaşamımın içerisinde heyecanlı bir süreci bana armağan ettiğini söyleyebilirim. Hala çok iyi bir dinleyici olduğumu düşünüyorum. Hayatımın her anında müzik var. Yolculuk, müziğin de ona eşlik etmesiyle çok keyifli bir hal alıyor.
Moda dışında her şeyden besleniyorum. Hatta en çok doğadan, sessizlik içerisinde yürüyüş yapmaktan olabilir. Sanıyorum bu noktada en büyük lüks zaman yaratabilmek. Zamana izin vermek, onu görmeye izin vermek. Bir yaprağa bakmaya zamanının olması. Bir sohbette derinleşmeye zaman ayırabilmek, inanın bunlar çok kıymetli. Bu tür durumları, hobi ya da iş dışında zaman ayırdığımız alanlar olarak belirliyoruz.
Hatta müzikten bir örnek vermek istiyorum. Müziği yaratan şey arada olan o boşluklar… O boşluğun hali notayı duyulur kılan şey ve müziği yaratan da notaların dizilimindeki mesafeler. Benim de tek varoluşum kıyafet yaratmak değil ya da sadece anne, insan olmak değil, bunların hepsi olup bir bütün içerisinde yaşayabilmek. Bu varoluş biçimlerini sağlıklı bir dengede yaşayabilmek önemli olan. Yemek yapmak, yoga, yürüyüş yapmak, kitap okuyabilmek, sohbet etmek ve seyahatlere çıkabilmek, bunların hepsi hayatın bütününü oluşturan şeyler.
Sadece bir alanda ilerlemek ve uzmanlaşmak ise insanın mesleğini tanımlamaya yardımcı oluyor. Aslında çok da güzel çünkü bazen bir takım şeyleri güzel yapıyor olmak hemen o işi yapabileceğimizi zannettiriyor bize. Bir insan bir kere kısa hikâye yazabilir, iyi bir anlatıcı olabilir, güzel bir kısa film çekebilir fakat o kişi bu faaliyetleri her gün iyi yapıyorsa bir meslek haline gelir. Pratiğinizi emek, özen ve zamanla desteklemek sizin uzmanlık alanınızı tanımlıyor. Uzmanlık alanınızı ya da alanlarınızı seçtikten sonra, onları yaşamsal bütünlükte besleme haliniz ise varoluşunuzu tanımlıyor.
Tasarımcı olarak bir otomobilden beklentileriniz nelerdir? Geleceğin otomobilleri denildiğinde aklınızda hangi imgeler beliriyor?
Gelecekte her şeyin “sorumlu” olmasını bekliyorum. Hatta gelecekte otomobillerin de diğer tüm üretimler gibi bir paylaşım ekonomisine döneceğine inanıyorum. Bu yaklaşımda “doğaya zarar vermeyen” demek bile artık yanlış geliyor, zaten vermiyor olması lazım. Bu anlamda gelecekteki otomobillerin de uzun süre dayanıklı olabilen, kendi kendine yetebilen bir sistemde üretilen, doğru mesafelerde doğru yaşamsal önceliklere katkı sağlayan bir özellikte olması gerektiğini düşünüyorum.
İstanbul’da her gün otomobil kullanmıyorum. Otomobilim şu anda yaklaşık 20 yaşında, büyük oranda deniz yolunu tercih ediyorum. İstanbul gibi büyük metropollerde oksijen döngüsüne, yeşil alanlara maksimum fayda sağlayacak bir takım düzenlemeler getirilmesi gerektiğine inanıyorum. 20 yıllık otomobilimden sonra ara ara hareketleniyor, hibrit ve elektrikli otomobilleri araştırıyorum. Hatta şu anda da bir inceleme sürecindeyim, elektrikli otomobili denediğim zaman şarj ünitelerinin daha çok yaygınlaşması gerektiğine karar verdim. Özellikle şehir içerisinde kullanımlar için mutlaka belirli kotalarda, devlet politikası dahilinde elektrikli otomobillerin desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta taksi, toplu taşıma araçlarında da mutlaka elektrikli sisteme geçilmesi gerektiğine inanıyorum.
Bir otomobil tasarlasaydım da güneş ya da elektrikli bir sistemde, tamamen yeşil bir enerjiye sahip olmasını isterdim. Kendi içerisinde kendi enerjisini üretebilecek ve kullanıldığında da seninle iletişim haline olabilen bir otomobil. Ayrıca koltuk ve dış yüzeylerin de kendi kendini temizleyebildiği, temizlik için ayrı enerji ve su ayrılmadığı bir otomobil. Yüzeyde kullanılan boyaların çok daha dayanıklı olduğu, malzemenin karbondan olup daha da hafiflediği, metal salınımlarının azaldığı bir sistemde tasarlayabilmek isterdim bu geleceğin otomobilini.
Arzu Kaprol hakkında.
Arzu Kaprol, Mimar Sinan Üniversitesi Moda Konfeksiyon bölümünden 1992’de mezun oldu. Ardından couture eğitimi için Paris American Academy'de Perfectionnement programını tamamladı. 1995’de aldığı Beymen Academia "Avant-Garde Tasarımcı" ödülü ile moda dünyasında adını duyurdu. Kendi adını taşıyan markasını 1998’de kurdu. 2011’de Paris Moda Haftası, Moda Federasyonu resmi takviminde defileler yapmaya başladı ve Paris’te ofisini açtı. Türkiye’nin ilk hologram defilesini 2015’de ilk dijital couture show’unu da 2016’da ulusal ve uluslararası platformlarda sundu. Ayrıca 2015’de klima değişikliklerine göre fonksiyon değiştiren “Akıllı Ceket” ile sektörün öncü hareketleri arasında yerini aldı.
*Yazar: David Barnwell; Fotoğraflar: Mustafa Abdulaziz | Yazı için kaynak: https://www.bmw.com/en/design/bmw-8-x-jeff-koons.html